Yayınlar

Blog Arşivi

Popüler Yayınlar

Powered By Blogger

5 Kasım 2019 Salı

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü

Zeynep Kamil Hastanesi 1862'de kuruldu ve bulunduğu semte de adını verdi. Ancak bu hastanenin hikayesi biraz farklı. "Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi” adıyla bilinen o yer aslında ölümsüz bir aşka ev sahipliği yapmakta. Mısırda doğan ve İstanbul'da sona eren bir sevginin hikayesini barındırıyor. 18'inci yüzyılın Ferhat ile Şirin'i olarak bilinen Zeynep ve Kamil'in hayatı bir hikaye değil gerçek. İşte 155 yaşındaki hastanenin hikayesi...

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Yoksul bir ailenin çocuğu olan Yusuf KamilMalatya'nın Arapgir ilçesinde doğdu. Küçük yaşta yetim kalan Yusuf Kamil'i amcası Osman Paşa yanına alarak okuttu. Zeki, becerikli, dürüst ve çalışkan olan Yusuf Kamil, 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi'nde katip oldu. Yaklaşık 5 yıl İstanbul'da çalıştıktan sonra Mısır'a Vali Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın sarayına atandı.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Züheyla Zeynep Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın 3 kızından biriydi. Hidiv Sarayı'nın prensesiydi. Kahire'nin yoksullarına yardım eder, elinden geldiğince herkesin dertleriyle ilgilenirdi. Züheyla Zeynep ile evlenmek isteyenler çoktu ancak babası üzerine titriyor, kızına layık birini arıyordu.

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Pek çok blogda ve sosyal medyada da yer bulan hikayeye göre kader Yusuf Kamil ile Züheyla Zeynep'i Kahire'de buluşturdu. Katip Kamil, Hidiv Sarayı'nda işe başladıktan sonra Vali Mehmet Ali Paşa ile tanıştı. Kısa sürede gözüne girerek güvenini kazandı. Konuşması ve yazılarıyla Vali Paşa'yı öylesine etkiledi ki bir süre sonra Mısır Hazinesi'nin katibi oldu. Yeni görevi nedeniyle sık sık valinin yanına çıkıyor, kızı Züleyha Zeynep'i görüyordu. İkisi de birbirinden etkilenmişti.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Bir süre sonra Yusuf Kamil, Vali Mehmet Ali Paşa'nın evladı gibi oldu. Hızla rütbe atlayan Yusuf Kamil, 30'lu yaşlarına geldiğinde Albay olmuştu. Bir gün Vali Mehmet Ali Paşa, Yusuf Kamil'i yanına çağırarak, "Zeynep ile birbirinize yakışıyorsunuz, kızımı sana nikahlıyorum" dedi. Dillere destan bir düğün sonrası Prenses Zeynep, Kamil ile nikahlandı.

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Ancak sarayla bu evliliğe karşı çıkanlar çoktu. Kim oluyor da bu Kamil denen sıradan bir halk çocuğu Kavalalı ailesinden kız alıyordu. Evlilik o kadar tepki aldı ki Saray'ın huzuru kaçtı. Mehmet Ali Paşa, ortalık yatışsın diye Kamil'i İstanbul'a gönderdi. 1845 yılıydı, Sultan Abdülmecid kızı Adile Sultan'ı evlendiriyordu. Kamil, Mehmet Ali Paşa'nın tebriklerini ve hediyelerini sunacaktı.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Adile Sultan ile Kamil arasında sıcak bir dostluk oluştu. Abdülmecid, Kamil'i Mirimiranlık rütbesine yükseltti. Kamil Mısır'a geri döndüğünde bütün kayınbiraderleri ile Mısır'ın ileri gelen eşraf ve devletlilerini kendisine cephe almıştı.

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Bir süre sonra Kamil ile Zeynep’in hayatı kabusa dönüştü. Önce Mehmet Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa öldü. Yeni Vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında geliyordu. Koltuğa oturur oturmaz Kamil’e boşanacaksın dedi. Direnince Asvan’a sürgüne gönderildi. Hastalandı, doktor istedi verilmedi.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
“Ya boşanacaksın, ya zindanı boylayacaksın” dediler.. Tam zindanı boylayacakken, prenses Zeynep’in gönderdiği terliği aldı Kamil. Ve terliğin astarındaki gizli aşk mektubunu okudu. Mektupta, “Hastasın, zindana girme..Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazıyordu. Kamil bu satırları okuduktan sonra gönül rahatlığıyla ve hiç tereddüt etmeden kendisine zorla uzatılan boşanma belgesini imzaladı.

Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Kamil’in sürgündeki üç ayı dolmuştu. Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar etti. Çok sinirlenen sultan Abdülmecid, Mısır Valisi Abbas Paşa’ya sert bir ferman gönderdi. Fermanda “Bizzat kendin Asvan’a gidip, Yusuf Kamil’i sağ salim buraya göndereceksin” yazıyordu. Ferman padişahındı.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Sürgün bitmiş, Kamil İstanbul’a dönmüştü.. Sıra Zeynep’i getirmeye kalmıştı. Yine bir yolunu buldu ve derdini Sultan Abdülmecid'e açtı. Abdülmecid, Abbas Paşa’ya yine bir ferman yolladı, “Tez elden Züheyla Zeynep hanımı İstanbul’a gönder” dedi. Abbas Paşa tez elden gönderdi Prenses Zeynep’i. Yıllar sonra Kamil ile Zeynep nihayet birbirine kavuşmuştu.. Zeynep ve Kamil'e ikinci kez nikah kıyıldı . Damadın şahidi Sadrazam Reşit Paşa, gelinin şahidi ise Şeyhülislam Arif Hikmet Bey oldu..
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Üsküdar’da bir yalıya yerleştiler. Zeynep, kocasına kavuşmasının mutluluğuna tutunmuş, iyiliklerini de artırmıştı. Tüm bu iyiliklerin ve aşklarının arasında yaş aldılar. Ama çocukları olmadı. Onlar da birçok yetime ana baba oldu. Sonra Üsküdar Nuhkuyusu'nda bir arsa aldılar ve 100 yataklı bir hastane kurdular. Hastalar burada ücretsiz bir şekilde şifalarını buldu.
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
Geri kalan her şey de en ufacık bir noktasına kadar düşünülmüştü. Göz kamaştıran bahçesi, külliyesi… Hatta külliyeyi bir de camii ile taçlandırdılar. Hatta zamanı geldiğinde yan yana ölümsüz aşklarıyla yatacakları türbeyi bile unutmadılar…
Zeynep Kamil Hastanesi'nin gerçek hikayesi, 155 yıllık bir aşkın öyküsü
155 yıl sonra bugün, Zeynep Kamil Hastanesi'nin bahçesindeki türbede Prenses Zeynep ile yoksul delikanlı Kamil yan yana yatmaktadır..

25 Haziran 2014 Çarşamba

İstanbul’un Fethinde Osmanlı Topçuluğu





                               
Osmanlı Beyliği’nin büyüyüp bir devlet haline gelmesiyle, top teknolojisinin gelişip inkişaf etmesi beraber olmuştur. Barutun bulunmasıyla büyük önem kazanan topçuluk, özellikle kale kuşatmalarında, kalın duvarları yıkmakta kullanılıyordu. Türkler, Rumeli’yi fetihlerinde, topun bu özelliğinden çok istifade ettiler. Ancak top teknolojisine hizmet etmeye de mecbur idiler. Bu yüzden topçuluktaki gelişmeler, Prof. Halil İnalcık’ın düşüncelerinin de katkısıylaşu esaslar dahilinde olmuştur.
1- Türkler, Rumeli’de karşılaştıkları taarruzları göğüslemek veya kaleleri fethetmek için top teknolojisinde yenilik yapmak zorunda idiler.
2- Şimdiye kadar gerçekleştirilen İstanbul muhasaraları tarihte önemli bir yer tutmaktadır. Bunlardan Arap ve Türk muhasaraları, İstanbul surları karşısında, başarısız olmuştur. Dolayısıyla, kalın duvarları yıkabilecek kal’a döğer (darbzen) toplara ihtiyaç vardır. Bundan başka, Bizans şehirleri genellikle sur içinde olduğundan, Türkler top silâhını geliştirmek durumundadırlar.

3- Ateşli silâhların gelişmeye başladığı devirde, Osmanlı Beyliği’nin de büyümeye başlaması ve her türlü imkânın müsait bulunması.
4- Osmanlı padişahlarının mutlak bir iktidar sahibi olmak istemeleri.
5- Osmanlı Beyliği’nin iktisadî ve mâlî bakımdan komşu devletlere nazaran daha iyi durumda olması.
6- Beyliğin topraklarının bu teknoloji için gereken maden ihtiyacına cevap verecek durumda bulunması.
Fetihten Önceki Dönem

Şu halde, yukarıdaki sebepleri göz önünde bulundurarak, Türkler’in top teknolojisinde önemli ilerlemeler kaydettiğine dair fikir yürütebiliriz. Nitekim güvenilir bir kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre (Kemal Paşa-oğlu Şemsüddin Ahmed ibn-i Kemal, Tevarih-i âl-i Osman, 11. Defter (Yayına hazırlayan Şerafettin Turan), Ankara 1983, 133), Türkler, Mart 1354’teki Gelibolu muhasarasında top kullanmışlardır. 1358 yılında Germe-Hisar muhasarasında da top kullanıldığı anlaşılmaktadır. Aynı yıl, Bolayır’ın fethinde bu silâhın kullanıldığı görülüyor.
Burada top hakkındaki ilk bilgileri verdikten sonra, 15. yüzyıl müellifi olan Âşık Paşazâde (Tevârih-i âl-i Osman, 136)’nin I. Bayezid’in İstanbul’u ilk muhasarasına (1391) dair haberler verirken, top hakkındaki bilgilere özellikle temas ettiği bilinmektedir. Müellif, topun Sultan I. Murad ile oğlu Sultan II. Mehmed zamanında çok kullanıldığından söz etmektedir. Bu devirde bol miktarda kullanılan topun bir evveliyatının olması gerekmektedir. İşte bunu isbat edebilecek bir olay, 1389’daki I. Kosova Savaşı’dır. Kaynaklar, bu savaşta hayli top kullanıldığına dair bilgiler vermektedir. I. Kosova Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti Balkanlar’da durumunu güçlendirmiş ve o zamana kadar kargaşa içinde bulunan Balkanlar’a sulh ve sükûn hakim olmuştur.
Türkler, I. Kosova’daki başarılarında, topun büyük bir rol oynadığını gördüler ve meydan savaşında da önemli bir silâh olduğunu anladılar. Böylece top teknolojisinde yenilikler yapılması zarureti ortaya çıktı. Bu arada, miktarının da arttırılması söz konusu idi.
Top, öneminin anlaşılmasından sonra kalelerin savunmasında da kullanılmaya başladı. Karaman hükümdarı Karamanoğlu II. Mehmed Bey’in Antalya muhasarası srasmda kaleden atılan bir top güllesiyle şehit olması (1426). bu sırada Teke Beyliği’nde de top bulunduğunu göstermektedir.
Topçulukta Gelişme





Topçu Ocağı’nın kuruluş tarihi kesin olarak tesbit edilememekle beraber, İstanbul’un fethinden önce mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bu da, top teknolojisi kadar, askerî birlikler arasında teşkilâtlanmanın da sürdüğünü göstermektedir.


II. Mehmed, İstanbul’un fethi hazırlıkları sırasında Rumeli Hisarı’nın inşaatına çok önem veriyordu. Hisar tamamlandığı vakit, büyük burçlara ve kale bedenlerine toplar konmuştu. Deniz kenarındaki Halil Paşa burcuna da en büyük top yerleştirilmişti. Buraya konan toplar bakırdan dökülmüş ve 600 libreden ziyade ağırlıkta gülle atabiliyordu. Çağdaş bir kaynağa göre (Tursun Bey, Târîh-i Ebu’l-feth, Hazırlayan: Mertol Tulum, İstanbul 1977,45) ise, Rumeli Hisarı’na 20 kadar top yerleştirilmişti. Müellif, bu topları “ateş-saçan ejderha” şeklinde tasvir etmekte, güllelerinin taştan yapıldığını kaydetmektedir.
Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere, Türkler, topçuluğa büyük önem vermişlerdi. İrili ufaklı toplar imal ettikleri, bu teknolojiyi geliştirdikleri, hatta şimdiye kadar demirden dökülen topların yanısıra, bakırdan da döktükleri bilinmektedir. Zaten uzman mühendisler de yetişmiş bulunuyordu. Bunlardan Mimar Muslihiddin ve Saruca Paşa bildiğimiz topçu ustalarıdır.
Urban, Osmanlı Hizmetinde

Bu sırada Macar asıllı topçu ustası Urban, Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Urban uzun zaman evvel İstanbul’a gelip Bizans’ın emrine girmişti. Top imali için çalışmakta idi. Ancak, topçuluğun önemini kavrayamamış ve surları hiçbir kuvvetin yıkamayacağına inanmış bulunan imparator, ona kâfi derecede tahsisat ayırmamıştı. Urban, Bizans’tan ayrılıp Osmanlılar’a iltica etti. II. Mehmed, ona talebinden fazla tahsisat vererek çalışmasını istedi. Böylece Osmanlı Devleti’nin himayesine giren Urban, Padişah’a İstanbul surları hakkında da bilgiler vererek çalışmalarına başladı. Esasında genç padişah, Ağustos 1452’de ordusuyla İstanbul surları önüne gelip kalın duvarları gözden geçirmişti. II. Mehmed, ondan İstanbul surlarını yıkabilecek gülle atan top yapıp yapamayacağını sordu. Urban, güllesi yapıldığı takdirde istenilen topu dökebileceğim söyledi ve Edirne’de ilk deneme topunu döktü. Top, padişahın emri ile Edime Sarayı’nın bahçesine getirildi. Deneme atışı yapılacağı halka da ilân olundu. Top büyük bir gürültü ile patladı, güllesi bir mil uzağa düşüp yerde bir kulaç derinliğinde çukur açtı. Patlama sesi 13 millik mesafeden duyulmuştu.
Fatih Sultan Mehmed’in buluşu olan havan topu. Beyoğlu sırtlarına yerleştirilen bu toplarla, Galata’daki Ceneviz kolonisine hiçbir zarar verilmeden Haliç’e aşırtma atışlar yapılmıştı.

Denemenin başarılı olmasına çok sevinen II. Mehmed, hemen yeni topların imaline geçilmesi için emirler verdi. Türk topçu ustaları ile birlikte Urban da çalışarak, ejderhaya benzetilen toplar döküldü. En büyük topa “Şâhî” adı verilmişti. Bu topun barut haznesi ancak iki saatte doldurulabildiği için günde 7 veya 8 defa parlamaya hazır hale getirilebiliyordu. Topların balistik hesaplarını bizzat genç padişah yapmıştır.
Topkapı semtindeki surların önünde sergilenen Şâhî top.
Edirne’deki Hazırlıklar
II. Mehmed gece-gündüz fethi düşünüyor, yeni planlar yapıyordu. Harp fennine âşinâ olan eski askerleri çağırıyor, harita üzerindemünakaşalar başlatıyordu. Toplar ve kuşatma âletlerinin konacağı mahaller şimdiden harita üzerinde tespit ediliyordu.




Diğer taraftan, Edirne Tophânesi’nde hummalı bir faaliyet göze çarpıyordu. Topçu ustaları çalışırken, bir yandan da barut imali için büyük gayret sarfediliyordu. Edirne’ye odun kömürü, kükürt ve güherçile nakliyatı artmıştı. Baruthanede barut depolanıyordu. Bir yandan da barutu ateşleyecek fitil imalâtı hızlanmıştı. Taş ve demir güllelerin imalâtına da sahne olan Edirne, 1452 yılının yazı ve kışında, tarihinin en faal aylarını yaşadı. İmalâttaki hedef, mümkün olduğu kadar ağır bir güllenin hızından ve ağırlığından faydalanarak kale duvarlarını yıkmaktı. Fakat büyük gülle atmak için büyük çaplı, uzak mesafeye atmak için de uzun namlulu ve bunlarla orantılı barut hazneli büyük toplar yapmak gerekiyordu. Topların ısınmadan mütevellit şişme ve patlama ihtimali çok yüksekti. Bu yüzden bakır ve kalayın ideal karışımını (halita) bulana kadar çok döküm ve deneme yapmaya ihtiyaç vardı. Bunun için de top döken topçular sınıfı kurulmuştu. Bu sınıf tekâmül ederek cephede top dökmeye de muvaffak olmuştur. Top dökme işi, muhtemelen ilk olarak İstanbul’un fethinde gerçekleştirilmiştir. Nitekim Edirne’den getirilenlerden başka Kâğıthane yakınlarında kurulan fırınlarda devamlı toplar dökülmüştür.
İstanbul civarındaki askerî faaliyetler ise, son haddine varmıştı. Karadan ve denizden çevrilen şehrin, mümkün olduğunca dışarı ile irtibatı kesilmişti. Bir yandan da, hazırlanan toplar Edirne’den yola çıkarılmıştı. Bu devri anlatan bir tarihçi (Anonim Tevârih-i âl-i Osman, F. Giese neşri, hazırlayan Nihat Azamat, İstanbul 1992, 77-78), topların naklini şöyle anlatmaktadır:
“Edrene’deki topları arabalara bindirüp her bir topa nice yüz çift öküzler koşup dahi ile yanından urganlar takup bir nice bin adamlar çeke çeke Kostantiniyye üzerine iletüp toplar kurdurdılar. Her taraftan toplar atılıp hisarın burçların yıkdılar.”
Ejderha gibi toplar
Çağdaş müellif Tursun Bey bu silâhları, ejderhaya benzeyen ve ateş saçan, korkunç toplar olarak tarif etmektedir. Hattâ biraz hoşça mübalâğa edip.“Bunların birin taş güllesi Elburz dağına dokunsa, dağın birazı havaya ve bir kısmı deryaya dökülürdü” demektedir.
Toplar İstanbul surlarının önüne ancak iki ayda getirilebilmişti. Tahminlere göre. 56 büyük top taşınmıştır. Ejdere benzetilen Şâhî denilen top. II. Mehmed’in karargâhı civarına ve bugünkü Topkapı karşısına konulmuştu.Şâhî topun yanlarına altışar kantarlık gülleler atan büyük toplar yerleştirilmişti.
12 Nisan 1453 günü şafakla beraber başlayan top ateşleri, 48 gün aralıksız devam etti. Çok iyi tahkim edilmiş iki veya üç katlı surlar, top darbeleriyle önemli derecede hasar görüyor, Bizanslı askerler tarafından devamlı tamir ediliyordu. Ancak üstün ateş gücü karşısında rahatlıkla tamir mümkün olmuyordu. Surlarda açılan gedikler büyüyordu. Günden güne geri çekilmek zorunda kalan Bizanslı askerler, Türk askeri karşısında varlık gösteremiyordu. Bundan başka kara ve deniz kuvvetlerinin taarruzları, lâğım kazma çalışmaları ve yürüyen kulelerden yapılan hücumlar da kesintisiz devam ediyordu.
Son güne kadar bütün cephelerde devam eden başarılı savaşlar, müdafilerin maneviyatını iyice kırmıştı. Surlarda açılan gedikler ve yıkıntılar, fethin yaklaştığını müjdeliyordu. Şehir, artık son bir hücuma müsait hale gelmişti. Nihayet 28-29 Mayıs gecesi Türk ordusunda mum donanması (ateş ve ışık şenliği) düzenlenmiş ve bu sırada top ateşleri bütün gücüyle devam etmişti. Şâhî topun açtığı en büyük gediğe hücum eden askerler nihayet şehre girmeye muvaffak olmuşlardır.
Kısa bir değerlendirme
Çağ değiştiren bu büyük fetihte, kat kat kalın surları yıkmakta topların önemi büyük olmuştur. O devirde ileri teknik bilgiye sahip olan Saruca Paşa ve Mimar Muslihiddin ile beraber Fatih’in de top dökümünde katkıları dikkate değer.
Fatih, Türk topçuluğunun gelişmesinde en büyük âmil olmuştur. Bunun sebebi de İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıklardı. Fetihten önce sadece Osmanlı Türkleri’nin İstanbul’u altı defa kuşattıkları bilinmektedir. Fatih, daima bu hususu göz önünde bulundurdu ve topçuluğa büyük önem verdi. Padişah, fetih hazırlıklarının en mükemmel şekilde yapılması için bizzat çalışıyor veya nezaret ediyordu. Bu suretle, başarısızlık ihtimallerini ortadan kaldırarak, fethi mutlaka gerçekleştirmek üzere kuşatmaya başlamıştır. Genç padişahın ileri görüşlülüğü topçuluğun gelişmesine yol açmış ve hiç şüphesiz bu teknoloji. Osmanlı Devleti’nin inkişaf etmesine yardımcı olmuştur.
Yazan: Prof. Dr. Müctebâ İlgürel
Kaynak: Mücteba İlgürel, İstanbul’un Fethinde Osmanlı Topçuluğu, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mayıs 1994, Sayı:3, s. 20-23.
Bibliyografya
Turgut Işıksal, “Eski Türk Toplatı ve İstanbul Tophanesi’nde Bulunan Bir Kayıt Defteri”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 1, 68-70; sayı 2, 72-76; Halil İnalcık, “Mehmed II” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C. VII, 506-511; Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihân-nümâ Neşri Tarihi (Unat-Köymen neşri), Ankara 1987, I, 289; Necdet Öztürk (Hazırlayan), Hadidî, Tevârih-i âl-i Osman (1299-1528), İstanbul 1991, 176; Hakkı Dursun Yıldız, “İstanbul’un Müslümanlar Tarafından Muhasarası”, Lâle, Yıl 1, Sayı 1, İstanbul 1982, 27-32; İbrahim Kafesoğlu, “XII. Asra Kadar İstanbul’un Türkler Tarafından Muhasaraları”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1957, 1-16; Muzaffer Erendi, Topçuluk Tarihi, Ankara 1988, 5-12.


Kaynak: http://tarihvemedeniyet.org/2014/05/istanbulun-fethinde-osmanli-topculugu/#more-22316

19 Mart 2012 Pazartesi

Unutulmaz Bir Destan : ÇANAKKALE

SAVAŞ ÖNCESİ GENEL DURUM

Yirminci yüzyılın başlarında Avrupa sınırlarından taşıyordu. Ekonomik rekabet, sömürgecilik ve milliyetçilik akımları Avrupa’yı ikiye bölüyordu. Almanya-Fransa ve Rusya-Avusturya arasındaki çekişmeler gerginliğe dönüşüyordu. 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Arşidük Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi bu gerginliğe son noktayı koydu.

Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a seferberlik ilanının ardından 1. Dünya Savaşı başlamış oluyordu. Bir yandan Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan üçlü İttifak Devletleri, bir yanda da İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilaf Devletleri sonunda Avrupa’yı ikiye bölmüşlerdi.
Dönemin Haritası
Savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ettiyse de bir yıl sonra İtilaf Devletleri’ne katıldı.
Osmanlı İmparatorluğu tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her çeşit milleti ve inanışı içinde barındırmış ve yaklaşık 600 yıl süren saltanatını 20. Yüzyılın başında kaybediyordu. Dışta ve içte yaşadığı mücadeleler Osmanlı Devleti’ni çökertiyor, topraklarını ve gücünü dağıtıyordu. Son olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa’daki bütün topraklarını kaybetmiş, saygınlığını ve gücünü yitirmişti. Artık Osmanlı Devleti’nin ölümü bekleniyor ve diğer ülkeler tarafından paylaşım planları hazırlanıyordu.
Rusya boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmeyi hedeflerken, İngiltere Süveyş Kanalı ve Hint yolunun güvenliği için Filistin’i ele geçirmeyi tasarlıyor, Fransa; Lübnan, Suriye ve Kilikya’nın kontrolünü düşlüyor; Almanlar doğuya yayılma politikası güdüyor, İtalyanlar ise Antalya’ya sahip olmayı istiyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından Osmanlı Devleti önce İtilaf Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendiyse de, Rusya’nın bu duruma soğuk bakması Osmanlı’yı Almanya’ya doğru yönlendirdi ve 2 Ağustos 1914’te yapılan gizli bir antlaşma ile Alman-Türk ittifakı kesinleşti.
Bu tarihten sonra, güvenliği açısından seferberlik ve silahlı tarafsızlık ilan eden Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1914’te İngiliz donanmasından kaçan GOEBEN ve BRESLAU adlı Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine izin verir ve boğazları tüm yabancı gemilere kapatır.
Yavuz-Goeben
GOEBEN ve BRESLAU’ın boğazlardan geçmesi itilaf devletlerinin tepkisine yol açar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, bu iki gemiyi, daha önce İngilizlere sipariş ettikleri ve hatta parasını ödedikleri halde alamadıkları iki gemi yerine satın aldıklarını açıklar. Böylece, Yavuz ve Midilli adı verilen bu iki savaş gemisi Osmanlı Donanması’na katılmış olur.
27 Eylül 1914’te Amiral Souchon komutasındaki Yavuz, tatbikat amacıyla çıktığı Karadeniz’de Ruslar’a ait Sivastapol ve Novorosisklimanlarını bombalayınca 1 Kasım 1914’te Ruslar Kafkasya’da sınırı geçerek fiilen savaş başlatmış ve Osmanlı Devleti de sıcak savaşın içine çekilmiş olur.
Breslau-Midilli
Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan boğazlar, konumları nedeniyle özellikle Avrupa için çok büyük bir önem taşıyorlardı. Tarih boyunca uğurlarında nice savaşlar verilen boğazlar stratejik, ekonomik ve kültürel açıdan paha biçilmez değerdeydiler. Bugün bile bakıldığında değerlerini korumaya devam ettikleri açıktır.
İtilaf Devletleri’nin Boğazları açma nedenlerinin başında, elbette ki boğazların sahip olduğu bu stratejik önem yatıyordu. Rusya’ya yardım edebilmek hedefiyle yapılanan bu düşünce ; aynı zamanda Almanya’dan yeterli yardım alamayacağı ve fazla direnemeyeceği düşünülen Osmanlı’yı tek başına ve planlanmış bir barışa mahkum etmeyi planlıyordu. Ayrıca boğazları kazanmak demek, İstanbul’u ele geçirip Osmanlı ve tüm Avrupa üzerinde manevi bir yıkıma sebep olmak demekti. Tarafsız kalan pek çok ülke bu başarıya kayıtsız kalamayacak ve İtilaf Devletleri’ne katıldıklarını açıklayacaklardı.
Boğazlardan geçilebilirse, kazanılacak olan başarı tüm Müslüman sömürgeleri sindirecek, güneyde sömürge devletlerini rahatsız eden hiçbir şey yaşanmayacaktı.



Bu düşünceyle İngiltere 28 Ocak 1915’te Osmanlı’ya savaş kararı aldı ve bu karara Fransa da katıldı.



DENİZ HAREKATI


“ Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur.” düşüncesiyle hareket eden İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdı. Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç düşünülemezdi. Hele ki yıpranmış, teknoloji açısından zayıf ve parçalanmak üzere olan Osmanlı, bu armada ile asla baş edemezdi.
Deniz Savaşı - Çanakkale 1915

İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.
18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi.
Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
17 Mart 1915’te Amiral Carden’in yerine Amiral De Robeck’in atanmasıyla 18 Mart da gerçekleşecek plan uygulamaya konuluyordu.
Plana göre; 18 Mart sabahı 3 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.
Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10:30’da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgah Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi. “A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı.
Queenelizabeth  Gemisi - Gelibolu 1915  
Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler bu cesurane ilerleyişlerinde Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi.
İngiliz Gemileri - Gelibolu 1915

Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı.
Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı. 2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgah aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.
Riverclyde kömür gemisi - Gelibolu 1915
(Bu gemi ile gizlice düşman askeri taşındığı için günümüzde
''Çanakkale Savaşının Truva Atı'' diye isimlendirilir)
Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.
18 Mart’ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. Lord Fisher gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söylayenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul’a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu.



KARA SAVAŞLARI


Atatürk (Anafartalardan Görünüm)
Kara Savaşı Dağılım Planı
Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti.Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere İngiltere’ye üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, İngiliz Büyükelçisi’ne, hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek bu tasarıyı önledi.





Seyit Onbaşı
Anadolu Kadını
Londra’da ise, harekâtı Donanma yalnız mı yapsın, yoksa Kara Ordusu ile birlikte mi hareket etsin tartışması yapılmakta idi. Bir Kara Ordusuna ihtiyaç olduğunu savunanların arasında Lord Fisher geliyordu. Bununla beraber son karar, Savaş Bakanı (Harbiye Nazırı) Lord Kitchener’indi. O ise, ısrarla elinde birlik olmadığını söylüyordu, ama seçkin bir birlik olan ve İngiltere’de bulunan 29’ncu Tümen’e hiçbir görev verilmemişti.

Nihayet Mart’ta Kitchener Çanakkalecilerin tarafına kayarak 29’ncu Tümenin Ege’ye sevk edileceğini, Çanakkale’de bulunan Deniz Piyadelerine Gelibolu Yarımadası’nın temizlenmesinde yardım edeceğini açıkladı. Bu haber Fransa cephesinde buluna İngiliz Generallerinin öylesine büyük tepkisine yol açtı ki, Mareşal sözünü geri alarak 18 Şubat’ta bu birliğin yerine o sırada Mısır’da bulunan Avustralya ve Yeni Zelanda Tümenlerinin gideceğini bildirmek zorunda kaldı.
Anzak Koyundan çıkan Anzak Askerleri
Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, Donanmanın tek başına Bağaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Martda 29’ncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu.
Böylece Mısır’daki Anzac Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.
Birdwood’un raporuna rağmen, hala donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekatını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekata başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu.
O sıralarda Londra’ya hakim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti’nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener’in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton’du.
Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton’un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu.
Anzaklar 
Türk tarafı ise, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale’nin Boğazlar’dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, Müttefiklerin kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Çanakkale ‘de 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni’nin başında bulunan yarbay Mustafa Kemaldi.








ARIBURNU MAHAREBESİ



Daha önce yabancı kaynaklardan ve Anzakların anılarından yapılan aktarmalarla nasıl başlandığı ve ilk günleri açıklanan Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusunun Nisan’da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı- Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp, oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, Kuzeyde’ki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı.
25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00’te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır.
Anzak Koyu

Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı’da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında,, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.

“...Bu esnada Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz ? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye...Düşman da bu tepeye gelmiş...Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var,dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘ marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Çanakkale Savaşları Kara Harekatı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Böylesine önemli anda kilit rolü oynayan kişi ise, tartışmasız Mustafa Kemal’dir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğralan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.
Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay'a şu emri verir :
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3-4 km.lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.